Haziran 15, 2013

Bitsin Artık Eylemler de Taksim'de Geziye Çıkalım


Yaklaşık 15 gündür devam eden gezi parkı eylemlerinin artık son bulması, Türkiye'nin yararına olacaktır. Gezi parkındaki ağaçların kesilmesine tepki için başlayan eylemlerin "masum" bir eylemden çıkışının en açık delili yasadışı bazı örgütlerin göstericilerin arasına karışarak yaptığı taşkınlıklar attıkları Molotof bombaları, devlet mallarına verdikleri zararlar ve yakıp yıktıkları işyerleridir. Bunun yeşil sevgisiyle uzaktan yakından alakası olmadığını, vicdan sahibi herkes bilir. Eylemlerin ilk günlerinde atılan tweetlere bakılırsa bunun sadece bir gezi parkını koruma eylemi olmadığı belliydi. Bu eylemin artık son bulması gerekir.
 
Eylemin daha ilk günlerinde parkta çadır kuran eylemcilere sert polis müdahalesini de tabii tasvip etmek mümkün değildir. Özür gerektirir ki zaten bu özür geçte olsa gelmiştir. Böylesi kriz anlarında kullanılan üslup son derece önemlidir. Çünkü kalabalıklar harekete geçtiği ve sokağa çıktığı zaman bir sel gibi onun önünü almak çok güçleşir. Fakat gelinen noktada yapılan diyaloglar ve görüşmeler olumlu netice vermeye başladı. Artık bu eylemin son bulmasını ve Türkiye'nin rahat bir nefes almasını isteyen milyonlar var.

Atılan tüm bu pozitif adımlara rağmen, belli bir kesim hala bunu "hükümeti düşürmeye" yönelik bir fırsat olarak görerek, provakatif çıkışlar yapması meseleyi siz biz olayına çevirmesi, kutuplaşmayı artırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu iş artık kabak tadı vermeye başlamadı mı sizce de. diğer taraftan şiddetten beslenen ve nemalanan yasadışı örgütlerin adeta tutunduğu bir dal olan bu eylemler, gezi parkında çevrecilerin masum duygularla yaptıkları barışçıl direnişe de gölge düşürmektedir. Şu unutulmamalıdır ki demokratik tepkinin adresi sandıktır. Eğer mevcut iktidardan herhangi bir memnuniyetsizlik varsa, bunun yolu yakıp yıkma değil, bilakis yapıcı bir tutumla, demokratik tepki göstererek sandık zamanı geldiğinde de orada mesajı vermek gereklidir. Herkeste bir akıl tutulması ve bu akıl tutulmasından kaynaklanan müthiş bir saldırganlık, sosyal medyada üslup tartışmalarını da gündeme getirdi. Artık makul, mantıklı, itidalli konuşmak zamanıdır. Bu ülkenin birliğe bütünlüğe hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardır.

Aralık 14, 2009

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Karadağ Ziyareti: 110 Yıl Sonra Gerçekleşen İade-i Ziyaret ve Yansımaları

Dr. Uğur ÖZCAN

Bu yazı USAK Stratejik Gündem (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) tarafından 12 Aralık 2009'da yayınlanmıştır.


Türkiye’nin Balkanlar’da barış ve istikrar adına attığı adımlar, uzun yıllar savaşlara mekân olan bölgede umut verici gelişmelerdendir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Temmuz ayında gerçekleştirdiği ziyaretten yaklaşık 5 ay sonra bu kez Cumhurbaşkanlığı nezdinde bir ziyaret gerçekleşmiştir Karadağ’a. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün Karadağlı mevkidaşı Filip Vujanovic’in davetlisi olarak yaptığı bu ziyaret, farklı açılardan tarihi özellikler taşımaktadır. Birincisi Türkiye Cumhuriyeti’nden Karadağ’a yapılan en üst düzeyde ilk ziyarettir. İkincisi ise Osmanlı Devleti’nin mirasçısı olarak kabul edilen Türkiye’nin, 110 yılın ardından Karadağ’a gecikmeli bir iade-i ziyaretidir. Çünkü Karadağlıların efsanevi lideri I. Nikola Petroviç-Njegoş, (Prens Nikola) ilki 1883 ve ikincisi 1899 yıllarında iki İstanbul ziyareti gerçekleştirmişti. Bu ziyaretler o dönemde büyük yankı bulmuş ve Osmanlı-Karadağ ilişkilerinde dostluk rüzgârlarının esmesine neden olmuştu. Fakat Karadağ’a en üst düzeyde herhangi bir iade-i ziyaret yapılmamıştı. Tarihi bütünlük ve tarihi perspektifte olaya baktığımızda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Karadağ ziyaretiyle bir nevi 110 yıl geciken iade-i ziyareti gerçekleştirmiş olmaktadır.
Türk Karadağ ilişkilerinin tarihi seyrine kısaca değinecek olursak; ilişkiler 14. yy’a uzanmaktadır. Karadağ üzerinde 15. yüzyılda gerçekleştirilen Osmanlı hâkimiyeti, bir müddet sonra sadece kâğıt üzerinde bir hâkimiyet şeklini almıştır. 19 yyda Gerek Fransız İhtilâli ve gerekse Panslavik etkiler nedeniyle tam bağımsızlık düşüncesini benimsemeye başlayan Karadağ’ın, Nikola önderliğinde bağımsız bir devlet olarak dünya platformunda yerini alması ilk defa, Osmanlı-Rus Savaşına müteakip imzalanan 1878 Berlin Antlaşmasından sonra olmuştur. Osmanlı-Karadağ diplomatik ilişkileri de böylece başlamıştır. I. Nikola’nın Karadağ’ı ve II. Abdülhamid’in Osmanlı Devleti’ni yönettiği yaklaşık 30 yıllık süreçte, iki ülke ilişkilerinin iyi seviyede olduğu görülmektedir. Bunda iki hükümdarın aralarındaki dostluğun büyük etkisi vardır.

Abdülhamid ve Nikola, kurdukları diyalogla, aşılmaz gibi gözüken engelleri aşmayı bilmişler, sorunları çözmede kolaylaştırıcı bir unsur olmuşlardır. Çok ilginçtir ki iki devlet arasında ufak sınır çatışmalarının haricinde, 1878’den 1909’a yani Abdülhamid’in tahttan inişine kadar herhangi bir savaş meydana gelmemiştir.

Bu dostluk, iki liderin birbirlerine gönderdikleri hediyeler, tebrik, teşekkür ve taziye mesajlarıyla gelişmiş, zamanla halk nezdinde de hissedilmeye başlamıştır. Bu konuyla ilgili birçok örnek vermek mümkündür. Abdülhamid’nin Nikola’nın sağlığıyla yakından ilgilenip ona doktor göndermesidir verilebilecek örneklerden sadece bir tanesidir. Abdülhamid’in bu davranışı, liderlerine bir kurtarıcı gözüyle bakan ve seven Karadağ halkı üzerinde çok olumlu bir tesir bırakmıştır. Fakat bu diyalogun gelişmesine etki eden belki de en önemli dönüm noktası ve Abdullah Gül’ün Karadağ ziyaretini de değerli ve anlamlı kılan, Prens Nikola’nın İstanbul’a gerçekleştirdiği ziyaretler ve Abdülhamid’in misafirperverliğidir.

Karadağ Prensi Nikola’nın İstanbul Ziyaretleri

Prens Nikola’nın 1883 ve 1899 yıllarında yaptığı iki İstanbul ziyareti, onun şahsında bütün Karadağlıların zihnindeki “Türk” imajını değiştirmiştir. İlk gezisini 20 Ağustos 1883 yılında gerçekleştiren Prens Nikola ve beraberindeki heyet Göksu Kasrında misafir edilmiştir. 21 pare top atışının yapıldığı görkemli bir karşılama töreni düzenlenmiştir. Misafirini Dolmabahçe sarayının kapısında karşılayan Abdülhamid, ayrıca İstanbul’da kaldığı müddetçe masrafları için 10.000 altın tahsis ederek bütün masrafların hazine-i hassa tarafından karşılanmasını sağlamıştır.

Prens Nikola, ikinci İstanbul seyahatini 1899 yılında Abdülhamid'in cülus günü kutlama merasimleri münasebetiyle ve bir dizi temaslarda bulunmak üzere gerçekleştirmiştir. 17 gün süren bu ziyarette, eşi Prenses Milena ve oğlu Prens Mirko da hazır bulunmuştur. Konuk devlet lideri, muhteşem bir şekilde karşılanmış ve aynı şekilde ağırlanmıştır. Kendisine bizzat Abdülhamid tarafından hediye edilen ve bugün Sabancı Müzesi olarak kullanılan boğaza nazır Emirgan Yalısı’nda ikamet eden Nikola, İstanbul’a hayran kalmıştır.

Abdülhamid, tahta çıkışının yıldönümü münasebetiyle yapılan tören için özel kıyafetlerle gelen Karadağlı konuklarını, sarayın kapısında karşılamıştır. Daha sonra cülus yıldönümünü kutlayan Nikola ile birlikte Ordu-yu Hümâyun’un geçit resmini balkondan izlemişler ve orduyu selamlamışlardır. Misafirleri onuruna verilen yemeğin ardından Abdülhamid ve konukları arasında samimi bir diyalog yaşanmıştır. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Burhaneddin Efendi, bir sürpriz yaparak Karadağ Milli marşını seslendirmiştir. Bu anlamlı jeste bir hayli şaşıran konuk devlet lideri, memnuniyetini gizleyememiştir.

Onuruna verilen ziyafetin ardından Prens Nikola, Emirgan yalısında kendisi için hazırlanan bir takım gösterilere de şahit olmuştur. Bahriye Nezareti’nden özel olarak gönderilen duba üzerinde, ateş gösterisi ve havai fişek gösterileri düzenlenmiş ve atılan fişekler boğazda büyüleyici bir atmosfer oluşturmuştur. Prenses Milena ise Harem dairesinde Piristû Valide Sultan tarafından samimi bir şekilde ağırlanmıştır. Abdülhamid’in kızlarıyla ve eşleriyle de tanışan ve haremden çok olumlu intibalarla ayrılan Milena, anlatılanlardan ve daha önce duyduklarından çok farklı bir tabloyla karşılaşmıştır.

Nikola, İstanbul’da bulunduğu zaman içerisinde, çeşitli meslekten Karadağlılarla görüşmüş, aralarında Fener Rum patriğinin de bulunduğu ruhani liderleri ziyaret etmiştir. Ayrıca Beylerbeyi vapuruyla Sirkeci İskelesi’ne gelerek, oradan araba ile Topkapı Sarayı Hümâyuna gitmiştir. Saray-ı Hümayun’u, Hazine-i Hümâyun’u ve müze dairesini gezen Prens Nikola daha sonra Ayasofya Camii’ni, ardından Sultan Mahmud Türbesi’ni ziyaret etmiştir.

Prens ve Prenses, on yedi gün süren ziyaretin ardından, 10 Eylül’de 1899’da, Atina’ya uğurlanmışlardır. Dış basında ve Avrupa’da büyük etki oluşturan bu ziyaretin yankıları, uzun süre devam etmiştir. İstanbul’da gördüğü misafirperverlik ilgi ve alaka Nikola’yı çok memnun etmiştir. Günlüklerinde bu gezilere değinen Nikola, Abdülhamid ile ilgili pozitif değerlendirmelerde bulunmuş ve adeta tabuları yıkmıştır. Yüzyıllarca düşman olarak bildikleri ve gördükleri Osmanlı Devleti’ne yapılan bu ziyaret sonucunda dostluk ilişkilerine yönelik daha güçlü adımlar atılmıştır. Artık Nikola’nın gözünde Türk imajı değişmiştir. Ona göre Türkler, elit, cesur ve asil bir millettir. Bu millet artık Karadağlıların ezeli düşmanı değildir. Öyle ki 93 Harbi’ni bile kendi içinde sorgulamış, savaşın hiç yaşanmamış olmasını umut etmiştir.

Abdülhamid dönemi Osmanlı-Karadağ ilişkileri, II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte durağanlaşmış, Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle de tamamen bozulma sürecine girmiştir. 1912 yılında patlak veren Balkan harbiyle ilişkiler sona ermiştir. Birinci Dünya savaşı Balkanlarda hem Osmanlı Devleti’nin hem de Karadağ Devleti’nin sonunu getirmiştir. Görüldüğü gibi ilişkilerde son derece önemli olan Nikola’nın İstanbul ziyaretleriyle konuyu değerlendirdiğimizde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Karadağ ziyaretinin tarihi anlamda ayrı bir önem kazandığını görürüz.

Bugünkü Türk-Karadağ İlişkileri

Türkiye –Karadağ ilişkilerinin yeniden başlaması ise 2006 yılına denk gelir. 2006 yılında Sırbistan’dan referandum sonucu bağımsızlığını ilan ederek Karadağ’ı ilk tanıyan devletlerden birisi Türkiye Cumhuriyetidir. Adriyatik Denizi kıyısında 14.026 km2lik yüzölçümü ve 680binlik nüfusuyla Avrupan’nın en küçük devletleri arasında olan Karadağ, AB’ye adaylık için var gücüyle çalışmaktadır. Gelecek yıl adaylık statüsünü kazanıp 2011 yılına kadar da müzakereleri başlatmayı düşünen Karadağ, vatandaşlarının AB ülkelerinde vizesiz dolaşabilmesinin önünü açacak anlaşmayı geçtiğimiz günlerde imzaladı. Bu bile başlı başına adaylık sürecinde olumlu bir adım olarak görülmektedir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, bu gezisinde Karadağ’ın AB’ye üyeliğini desteklediğini belirtmiştir.

Diğer taraftan NATO’ya üyelik için başvuran Karadağ’ın bunun için Türkiye’nin desteğine ihtiyacı olduğu muhakkaktır. Cumhurbaşkanının bu ziyareti bir anlamda Karadağ’ın NATO’ya katılımı için bir destek mahiyetini içermektedir.

Şunu ifade etmek gerekir ki Karadağ’da etkili olan başta Rusya olmak üzere Sırbistan, Avusturya İtalya gibi ülkelerin arasına son yıllarda Türkiye’de katılmıştır. Türkiye’nin bu etkisinin çeşitli nedenleri vardır elbette. Özellikle Sancak bölgesi diye tabir edilen ve yine Ülgün ve Bar gibi yerlerde yaşayan Müslümanların, 19.yy sonlarında göç ederek Anadolu’nun dört bir tarafına yerleşmiş akrabaları vardır. Bu husus aslında iki ülke arasında bir kardeşlik bağıdır ve ortak değerdir. Kültürel yakınlaşma ve ortak paydalarda hareket için bir fırsattır. Ayrıca Türkiye gerek Sancak bölgesinde gerekse de Karadağ’ın diğer kesimlerinde TİKA kanalıyla yaptığı faaliyetlerle büyük ses getirmektedir.

Nitekim bu kısa dönem içerisinde ilişkilerde olumlu anlamda ciddi ilerlemeler kaydedilmiştir. Karadağ’a Türk vatandaşlarının vizesiz giriş yapabilmeleri ve Türk Polis teşkilatıyla Karadağ Polis teşkilatının eğitim konusunda yaptığı işbirliği, ilişkilerin düzeyindeki gelişmeye birer örnektir. Karşılıklı olarak vizenin kaldırılması, iki ülke arasında seyahati kolaylaştırırken, Karadağ için başka bir handikabın doğmasına da yol açmıştır. O da Türkiye’den Avrupa’ya yasadışı yollarla kaçak olarak girmek isteyen Türk vatandaşlarının Karadağ’ı bir geçiş noktası olarak kullanmaya başlamaları ve yapılan suiistimallerdir. Bu da beraberinde Karadağ’a çeşitli vesilelerle gitmek isteyen mavi pasaportlu ya da yeşil pasaportlu Türk vatandaşlarına karşı –ki bunların arasında akademisyenler ve devlet adamları da vardır- ön yargılı yaklaşımlar sergilenmesine ve şüphelerin oluşmasına neden olmuştur.

Her şeye rağmen son üç yılda ikili ilişkilerin sağladığı kolaylıklar sonucu oluşan istikrar ortamında Türk şirketlerinin başkent Podgoriça’da, ve sahil kentleri Ülgün ve Bar’da giriştikleri inşaat faaliyetleri önemsenmelidir. Ticaret hacmi gitgide artmaktadır. Ayrıca Abdullah Gül’ün beraberinde götürdüğü iş adamlarının bu ticaret hacminin artırılmasına katkı sağlayacağından hiç şüphe yoktur. Karadağlıların Türklere karşı olan önyargıları ise Türkiye’ye yaptıkları seyahatlerle değişmekte ve önyargılar yerini işbirliğine bırakmaktadır. Ekim 2009’da düzenlenen ve Karadağ Tarih Enstitüsü’nün organize ettiği bir konferansa ilk defa Türkiye’den katılımcılar olmuştur. Sırbistan ve Rusya’nın daima desteklediği bu konferanslara yine ilk defa Türkiye de TİKA kanalıyla destek vermiştir. İkili ilişkilerin her alanda olduğu gibi tarihi ve kültürel alanda da ilerletilmesi şarttır. Bunun için Karadağlı akademisyen ve araştırmacıların Osmanlı arşivlerinden yararlanmasında kolaylıklar sağlanmalı ve teşvik edilmelidir. Yine Türk akademisyen ve tarihçilerin de Karadağ arşivlerine ulaşmalarının önündeki engeller kaldırılmalı gerekirse ortak bir protokol hazırlanmalıdır. Osmanlı Arşivlerinde Karadağ’ı konu edinen binlerce belge olmasına rağmen Karadağlıların bundan haberlerinin olmaması büyük bir ihmaldir. Türk Tarih Kurumu ve Karadağ Tarih Enstitüsü bu noktada bir adım atabilirler. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Karadağ Devlet Arşiviyle irtibata geçebilir örneğin.

127 yıl aradan sonra tekrar başlayan Türk-Karadağ diplomatik ilişkileri üçüncü yılına girerken Cumhurbaşkanlığı düzeyinde yapılan bu ziyaret Balkanlarda barış ve istikrar adına umut vaat etmektedir. İki ülke arasında dostluk barış ve işbirliğinin en üst seviyeye çıkartılmasında, tarihin bize sunduğu bu veriler özellikle Abdülhamid-Nikola dostluğunda olduğu gibi çok iyi değerlendirilmelidir. Bunu hem Karadağlı hem de Türk yetkililer büyük bir fırsat olarak görmelidir.

Şubat 13, 2009

Davos Çevirisinde Kim Daha Haklı?


Fethi Keleş
Syracuse University Maxwell School, NewYork

Bu yazi 13.02.2009 tarihli Referans Gazetesinde yayinlanmistir.


Can Dündar'ın Davos'taki hararetli Gazze panelinin son birkaç dakikasında yapılan simültane çeviriye ilişkin eleştirileri ve bu eleştiriye cevaben Birleşik Konferans Tercümanları Derneği (BKTD) tarafından yayımlanan basın açıklaması ilginç bir tartışma doğurdu. Dündar'ın iddiasına göre bazı cümleler çevrilmemiş, bazılarının da şu veya bu muhtemel gerekçeyle dozu düşürülmüş iken, BKTD'nin cevabına göre durum böyle olmayıp çevirmen "görevine sadık kalmış, meslek etiği ve kuralları açısından hata yapmamıştır." Öte yandan, BKTD basın açıklamasının sonunda kullanılan "ancak çok özel bir meslek icra eden konferans tercümanının performansını değerlendirecek kişilerin, bu mesleğin hangi koşullarda ne şekilde icra edildiği ve profesyonel değerlendirme kriterlerinin ne olduğu hakkında bilgi sahibi olmalarında da yarar vardır" cümlesiyle bir anlamda Can Dündar'a kibarca "lütfen anladığınız işlerle meşgul olun" denmiş oldu.

Bu tartışmada eğrilerin ve doğruların iç içe geçmiş olduğunu düşünüyorum. Dündar, normalde haklılık potansiyeli barındırabilecek bir eleştiriyi yanlış ve yetersiz örnekler üzerinden temellendirmeye çalıştığı için, söyledikleri tabir caizse güme gitmektedir. BKTD açıklamasında Dündar'ın somut iddialarına verilen cevapları, vaktiyle simültane çeviriyle profesyonel olarak iştigal etmiş birisi olarak ben genel hatlarıyla tatmin edici bulduğumu söyleyebilirim. Ne var ki bu durum, tartışmaya konu olan çeviride makul çerçevede eleştirilebilecek "eksik aktarma" ve "farklı aktarma" örneklerinin bulunduğu gerçeğini değiştirmemektedir.
Can Dündar'ın şu iddiasında tartışmasız haklı olduğu kanaatindeyim: Başbakan Erdoğan'ın "Biliyorum ki sesinin bu kadar çok yüksek çıkması, bir suçluluk psikolojisinin gereğidir" cümlesinin çevirisinde ("I feel that you perhaps feel a bit guilty, and that's why perhaps you have been so strong in your voice, so loud") doz düşmüş/vurgu azalmıştır. Aradaki fark, çeviriyle profesyonel olarak iştigal ediyor olmaksızın da tespit edilebilecek bariz bir farktır. Ne var ki, tartışmaya konu olan Davos çevirisindeki asıl sorun, Dündar'ın 2 ve 5 Şubat tarihli yazılarında dile getirdiği hususlarla ilgili değildir.

'Haydut devlet'in atlanması

Davos çevirisiyle ilgili olarak asıl dikkat edilmesi gereken şudur: Başbakan konuşması sırasında, kendi konumunu desteklemek amacıyla iki önemli Yahudi isimden alıntılar yapmıştır. Bunlardan birincisi, ismi Başbakan (dolayısıyla tercüman) tarafından Gilad Atzemoni şeklinde yanlış zikredilmiş olan Gilad Atzmon'dur. Başbakan, Atzmon'un "İsrail barbarlığı zalimliğin de çok ötesinde bir şey" ifadesini alıntılamış, bu cümle "Gilad Atzemoni says that Israeli barbarianism is way beyond what it should be" şeklinde çevrilmiştir. Çeviri, asıl cümlenin anlamını bir ölçüde muğlaklaştırmıştır. Başbakan'ın alıntısına kaynak olan cümlenin basılmış orijinali "The current Israeli brutality is nothing but evilness for the sake of evilness" şeklindedir (Çevirmenin cümlenin basılı orijinalini mutlaka bilmesinin elbette beklenemeyeceğini hatırlatmalıyım). Başbakan'ın "Bir Yahudi" sözcükleriyle Atzmon'un Yahudi kimliğine yaptığı vurgu da aktarılmamıştır. Bu muğlaklık ve vurgu eksikliği kendi başına anlam bütünlüğü açısından çok da önemli olmamakla birlikte, aşağıda bahsettiğim hususla birlikte düşünülünce önem kazanmaktadır.
Başbakan başka bir kaynaktan daha alıntı yapmıştır ve asıl üzerinde düşünülmesi gereken bu alıntının çevrilmemiş olmasıdır. İsmi Avi Shalom şeklinde yanlış telaffuz edilmiş olan, Oxford Üniversitesi Uluslararası İlişkiler profesörü Avi Shlaim'den yapılan alıntıdan söz ediyorum. Bu kaynaktan yapılan alıntı, profesorün yanlış telaffuz edilen ismi dışında çeviride yer almamıştır. Dikkat edilsin: Söz konusu alıntıda İsrail'in haydut devlet vasfı kazandığı söylenmektedir ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Shlaim'in bu cümlesini alıntılayarak hemen yanı başında oturan İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres'e o iki dakikalık bölümün belki de en ağır sözlerini sarf etmektedir. Davos çevirisinde asıl mesele bu iki alıntının, özellikle de ikincisinin çevrilmemiş olmasıdır. "Haydut devlet" rastgele bir tahkir ifadesi değil, uluslararası ilişkiler literatüründe karşılığı olan teknik bir terimdir, bu terim ilgili devletin başkanının yüzüne karşı alenen söylenmiştir. Shlaim bu ifadeyi 7 Ocak 2009 tarihli Guardian gazetesinde kullanmıştır ("...it has become a rogue state..."). Kanaatimce, o birkaç dakikalık bölümdeki çeviriyi zedeleyen en önemli etken bu ifadenin tamamen atlanmış olmasıdır.

Özeleştiri gerekir

Sözlü çeviri faaliyetinin doğası hakkında bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaması gerektiği şeklindeki BKTD yargısı haklı ve meşrudur. Aynı zamanda BKTD başkanı olan çevirmenin Başbakan'ın mesajını içeriğine sadık kalarak aktarmaya çalıştığı da doğrudur. Ancak bu çalışma esnasında birtakım hatalar yapılmış olduğu da ortadadır. BKTD'nin yaptığını söylediği araştırmada bahsettiğim hususları fark etmemiş olması imkân ve ihtimal dışıdır, ne var ki yayımlanan bildiride Can Dündar'ın somut (ve çevirinin anlamsal bütünlüğü açısından nispeten önemsiz) birkaç eleştirisine değinmekle ve çalışma prensiplerine ilişkin soyut birtakım ilkelerden söz etmekle yetinilmiş olması, herhangi bir şekilde özeleştiri girişiminde bulunulmamış olması düşündürücüdür.

Ekim 06, 2008

Çıplak Gerçek: Ölüm ve Modern İnsan


Dr. İbrahim TÜZER
Kırıkkale Üniversitesi

Ölüm ve beraberinde gelen düşünceler, insanoğlunun dünyayı “mekân” tuttuğundan bu yana, en büyük problemlerinden biri olmuştur. Kimilerine göre ölüm bir kurtuluş, kimilerine göre en büyük anksiyete kaynağı, kimilerine göre bir son, kimilerine göre de hayat karşısında “diri” durmanın vazgeçilmez bir koşuludur. İnsanların ölüm karşısında almış olduğu tavır, onların varlık sebeplerini kavrayışlarıyla doğrudan ilgilidir. Ne zaman ve nasıl sona ereceği belli olmayan, ama bir gün mutlaka bitecek olan bu hayatın anlamına dair herhangi bir endişesi olmayan insanın, ölüm karşısında da tükenmesi kaçınılmazdır.

Dünyadaki varoluşunu sorgulamaya başlayan insan, hayatın anlamıyla ilgili “bilgilenme”yi, diğer bir ifadeyle “farkındalık süreci”ni yaşamaya başlar. Bu süreçte insan, “var olmayı unutma” durumundan “var olmayı düşünme” durumuna geçer. Söz konusu ikinci süreçte esas olan varlığın “gidiş”i değil “oluş”udur. “Var olmayı düşünme” sınırında hareket eden insan, eşyaya ve hâdiselere sıradan hayat olayları gibi bakmaz. Kendi olanaklarını ve sınırlarını keşfederek ne olduğunun “bilincine” varır. Onun için “var olanlar” ve “varlıkta olanlar” hep birer “oluş”un devamıdır. Martin Heidegger bu duruma “otantik olma” adını verirken, “var olmayı unutma” durumuna da “otantik olmama” demektedir.

İnsanoğlunun mevcut olan diğer canlılardan farkı, sadece bir gün öleceğini biliyor olmasında değildir. En büyük fark, insanın ölümle karşı karşıya olduğunun bilincine varması ve varoluşunu ölüme doğru yaptığı yolculukta kazandığını bilmesidir. Dolayısıyla ölüm, hayatımızı “otantik” bir tarzda yaşamamız için olası kılan bir durum”dur. Her ne kadar ölümün fizikselliği insanı tahrip etse de ölüm fikri insanı korur ve onun gündelik kazanımların peşi sıra tükenip yitmesini engeller.

Bu bilinçlenme sayesinde insan diğer canlılardan ayrılmakla kalmaz, beşer içerisinde de farklı bir konuma yükselir. İnsan kılığında karşımıza çıkan bir kimsenin insan olup olmadığını ölüm karşısında takınmış olduğu tavır dolayısıyla anlamamız çok zor değildir. Nitekim ölümün “insan hayatı”na katmış olduğu anlamı ifade için, Heidegger “yalnızca insanlar ölür, diğerleri telef olur” demekte ve “insan” olmanın telef olmaktan kurtulmak olduğunu dile getirmektedir.

Modern dünyanın insanlar ve eşyalar üzerindeki yıpratıcılık ve “kimliksizleştirme” çabası, etkisini en çok da ölüm düşüncesi üzerinde göstermiştir. Öyle ki modern zamanın insanı hayatın sıradanlıkları arasında körleştiğinden, ölebileceğini dahi aklına getirmez. Modern öncesi çağda ölümün “evcilleştirilmiş” olması, modern insanlar tarafından anlaşılamaz Otantik olmayan bu hayat tarzı içinde ölüm ve ölüler mekândan/kentten uzağa atılır. Baudrillard, “Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm” adlı kitabında ölülerin zaman içerisinde, köy ve kent merkezlerinin sıcaklığını yansıtan ve insanların bir araya toplanmak için de kullandıkları mezarlıklardan alınarak “dış”a doğru atıldıklarına dikkat çeker ve “yeni kentler ya da çağdaş metropollerde gerek fiziksel mekân gerekse zihinsel mekân anlamında ölüler için öngörülen hiçbir şey”in olmadığını söyler.

Modern insan, Victor Frankl işaret ettiği gibi ölümün bizi benliğimizin asıl gerçekliğine uyandırdığını ve “var olmayı düşünme” durumuna çağırdığını unutmuş durumdadır. Montaigne’nin çağlar öncesinde dile getirdiği “nasıl yaşanacağını öğrenmek istiyorsan ölümü düşün” nasihatinin tam tersine o, ölümü giderek hayatından daha çok uzaklaştırmaktadır. Fakat bu durum ölümün onun hayatından tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmez. Ölüm varlığını beğenilmeyen, çıplak ve önemini kaybetmiş bir “gerçek” olarak sürdürmektedir.

Gelip geçici olan kazanımların arkasını kovalayan modern zamanın insanı, hayatın “giz”ine sırtını dönmüştür. Yaşadığı müddet boyunca iç dünyasını zenginleştirmeyi değil de kısırlaştırmayı seçen bu insanın, toplum tarafından kendisine sunulanı peşinen kabul etmekten başka şansı olmaz. “Kendilik” vasfını kazanma yolundan çok uzakta olan modern insan için ölüm, “çok dar anlamlıdır. Belki anlamlı bile değildir.”

Ölümün/ölümlülüğün üstesinden gelemeyen modernite, bu büyük gerçeği göz önünden ve zihinden uzaklaştırma yollarını arar. Zygmunt Bauman’ın dediği gibi, onu başa çıkılabilir küçük parçalar halinde “akla uydurma”ya çalışır. Ölümün metafizik boyutuyla ilgilenmeyen modern insan için artık o, evcil değildir. “Kalabalıkların” mutluluğunu düşünen modern zamanın “yönlendiriciler”i ölümü vazgeçilmez bir tüketim aracı olarak görürler. Ölüm fikrini “öldüremeyen” modern insanın, bu “gerçek” karşısında başvurduğu çareler vardır. Hastalıklarla boğuşan insan, ölümün soğuk nefesini hissetmeye başlayıp yok olup gideceğini anladığında, Kierkegaard’ın ifadeleriyle söylersek, “ölümcül hastalık” olan “umutsuzluk”la baş başa kaldığında kendisini hiç çekinmeden modern tıbbın/tüketimin kucağına atar. Ölümü bu şekilde uzaklaştırdığına inanan ve “varolmayı unutma” durumunda yaşamaktan kendini alamayan modern insan, ölür gider fakat arkasında, bir yığın “tedavi” masrafları bırakır.

Modern insan için artık arkasından ağıtlar yakılan ve ölümün tevekkülle karşılandığı bir hayat tarzı söz konusu değildir. Modern zamanın insanı, ölümü ve ölümlülüğü hayatından çıkarmak için ne gerekiyorsa yapar. Baudrillard, batı kültürünün tümüyle sağlıklı olma yani yaşamı ölümden temizleyip kazıma üzerine oturtulduğunu söyler. Ölümü her ne pahasına olursa olsun sterilize etmek, örtmek, gerekmektedir. Hayattaki varoluşlarını mideleriyle orantılayan kendilerinin uzağına düşmüş olanlar ölüm fikrini “fermuarlayarak” şimdilik, hayatlarından uzağa atarlar. Böylelikle, alışılageldiği gibi gündelik işlerini yapmaya devam eden ve hayatlarının sonuna yaklaşan insanlar da “ölmek”ten ve “ölmüş olandan” rahatsız olmamış olurlar.

Hem ölümün bizzat kendisi hem de ölüm fikri, modern dünyada sıradan işler kadar dahi yer almaz. İnsanların hayatlarından sınır dışı edilen ölüm, etraftakilerin keyfini kaçırdığından müstehcen ve rahatsız edici bir şey haline gelmiştir. Çevreden geçenlerin gözleri ve duyguları rahatsız olmasın diye cenaze alayı programları bile en düşük seviyede tutulur. Böylesine “kaba” olan bir “gerçeğin”, kimliklerin ve sözcüklerin içinin boşaltıldığı “uzay-zamanı”nı yaşayan modern insanın hayatında, bir boşluktan ve hiçlikten öteye gitme şansı yoktur.

Ölüm, bu haliyle “gündelik sözlerimiz arasında geçecek kadar kaba”dır.

Mayıs 24, 2008

"23 Temmuz Hürriyet Bayramı"

Afyon Kocatepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Hasan Babacan ve Araştırma Görevlisi Uğur Üçüncü’nün “Cumhuriyet’in ilk yıllarında Meşrutiyet Kutlamaları” başlıklı araştırması Aksiyon Dergisinin bu haftaki sayısında geniş yer buldu. "Cumhuriyet döneminde kutlanan İttihatçı bayramı" başlıklı Sedat Gülmez imzalı yazıda şöyle denmiş:
"İttihat ve Terakki Fırkası’nın (İTF) İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla resmî ‘hürriyet bayramı’ kabul ettiği ‘23 Temmuz’ Cumhuriyet sonrasında 1935’e kadar kutlanmaya devam edilmiş. Devlet erkânının da katıldığı İstanbul ve Anadolu’daki merasimlerde bu gün, 21 pare top atılarak anılmış. Şehirler bayraklarla ve ampullerle süslenmiş. Yardım dernekleri balolar tertiplemiş. Vatandaşlar mesire yerlerinde bayramın tadını çıkarmış. Cumhuriyet, Vatan, Vakit, Akşam, Hâkimiyet-i Milliye ve İstikbal gibi devrin önde gelen gazetelerinde günün önemine dair yazılar, güneş, kadın, meşale ve kırılmış zincir gibi sembollerle süslü karikatürler yayımlanmış."
IRCICA'nın sempozyumunda bildiri olarak sunulan araştırma görülmeye değer.

Al Benden de T- MUHTIRA

Türkiye’nin Demokrasisi acılarla dolu. Darbeler, darbe girişimleri, muhtıralar, bildiriler. Nezaman ki demokrasi adına umutla dolduğumuz geleceğe ümitle baktığımız günleri yaşamaya başlasak, tüylerimizi ürperten yaşama sevincimizi baltalayan hadiseler çıkıveriyor karşımıza.


Neler yaşamadı ki Türk Demokrasisi..


27 Mayıs İhtilali, 22 Şubat 1962 darbe girişimi - 20 Mayıs 1963 darbe girişimi- 20 Mayıs 1969 darbe darbe girişimi- 9 Mart 1971 darbe girişimi ardından çok geçmeden 12 Mart 1971 Muhtırası – 12 Eylül 1980 Darbesi ve 90 yıllarda-ki bizde 90lılar kuşağı oluyoruz-28 Şubat Postmodern darbesi. Aradan on yıl geçti ve 27 Nisan E-Muhtırası yayınlandı. Türk demokrasisi bu.. vurun abalıya misali..


Ve geçtigimiz gün.. Otobüs yolculuğu yapıyordum İstanbul’dan Adapazarı’na. Servis görevlisinin ikram ettiği vişne suyunu yudumluyordum keyifle. Hafiften çiseleyen ve cama vuran yağmur damlaları serinletiyordu içimi. Tam bu sırada Televizyondaki “usta gazeteci!” Uğur Dündar’ın “davudi” sesi ilişti kulağıma. “Yargıtay Başkanlar kurulu muhtıra gibi bir bildiri yayınladı sayın seyirciler..zı zınk zınk zı zınk„ .Ertesi gün bu ne olduğu tam anlaşılamayan bildirinin ismini Y- muhtıra koydular. Yersen tabi.


Ardından hükümet, y-muhtıraya aynı sertlikte bir karşı bilgiriyle yanıt verdi. Çok geçmeden Danıştay’dan y-muhtıraya destek bilridisi geldi. Daha sonra rektörler bir bildiri yayınladı...Esas bomba muhtırayı bugün Serdar Turgut yapmıştı. Serdar Turgut’un S-Muhtırası medyaya “bomba” gübü düştü. İçimizi biraz olsun rahatlattı.


Bildiren bildirene yani..Muhtıran muhtırana. Biz de bugün Muhtıra delisi olduk yiye yiye..Yeter artık demenin zamanı geldi. Işte al benden de T-Muhtıra.

  1. Bırakın kardeşim bu işleri
  2. İşinize bakın. Herkes işini yapsın.
  3. Olur olmaz yerlerde konuşmayın
  4. Sigaraları yerlere atmayın
  5. Düzgün türkçe kullanın, baştan savma kaleme almayın..
  6. Canımı da sıkmayın.
  7. Yarına güzel malzemeler bırakın. Bırakın ki yarın bir gün, gelecek nesillere, geçmişte yapılan demokrasi ayıplarını anlatmak zorunda kalmayalım. Tüm kamuoyuna saygıyla duyrulur..

Mayıs 19, 2008

İngiltere Kraliçesi ve Şu Bizim Koza Han

Bu hafta Türkiye, tarihi günlerini yaşadı. Zira kraliçe Elisabeth 37 yıl sonra Türkiyeye geliyordu. Herkes Elisabeth’in gelişinin zamanlaması konusunda değişik seneryolar üretti. Ilginç raslantılardan bahsedildi. Ben bu ilginç raslantılardan tevafuklardan yada teorilerden bahsetmeyeceğim.


Bugün size Elisabeth’in özellikle ziyaret etmek istedigi ve özel bilgi edindiği, hakkında kitaplar okuduğu[1] bir mekandan, "Koza Han"dan bahsedeceğim.


Kaçımız biliyoruz acaba Koza Han’ı? Ya da kaçımız Koza Han’a gidip açık havada çay içmişizdir? Basın yayın organları Elisabeth’in ziyaret edeceği Koza Han’ın nasıl temizlendiğini gösterdi yapılan “hummalı” çalışmalardan bahsetti ama Koza Han hakkına bilgilendirmedi.


Elisabeth’in Koza Han’ı ziyaret edeceği haberini duyunca “heyt be benim ödev olarak hazırladığım Koza Han” diyerek kendi kendimi önemli hissetme girişimim oldu. Daha sonra Elisabeth’in bilgi edinmek için okuduğu kitapların benim birazcık da olsa zorlamayla hazırladığım ödevle bir ilgisinin olamayacağını akıl ederek haddimi bildim tabi. Ama Elisabeth’in merakını celbeden bu esrarengiz mekan hakkında bilgilenme ve bilgilendirme sorumluluğunun ağırlığını üzerimde hissetim.


Yıllar önce üniversitede öğrenciyken Koza Han benim “Sanat Tarihi” dersinden ödev konumdu. Yard. Doç. Dr. Şevki Duymaz hocam kulakları çınlasın slayt gösterisi hazırlamak için bana ödev konusu olarak koza hanı vermişti. Bursa da oturuyorduk ama babamın, Koza Han’ın bir kaç sokak aşağısında bulunan Cumhuriyet Caddesi’ndeki bürosuna giderken emrivakiyle götürüp verdiği bilgiden başka koza han hakkında bir şey bildiğim söylenemezdi. Kolları sıvadık. Önemli bir iş peşindeydik. Tarihçiydik sonuçta. Yeri gelmişken Öğrencilik yıllarımda bize bu duyguyu yaşamamıza biraz olsun fırsat verdiği için Şevki hocama teşekkür borçlu olduğumu belirtmeliyim. Küçük bir ansiklopedik araştırmanın ardından bilgi kırıntılarına ulaşmıştık. Taslak oluşmuştu kafamızda. Sıra geldi Koza Han’ın fotograflarını çekmeye.


Şimdi diyorsunuz ki "al bi 5 yada 10 mega piksellik bir makina çek tak tak, düzenle power pointte, sun hocaya.." Nerde efendim ozamanlar digital fotograf makineleri. Her nekadar sadece 10 yıl öncesinden bahsediyorsam da teknolojinin çılgınlar gibi koşturduğunu unutmamanız gerektiğini hatırlatmalıyım. Ayrıca o zamanlar fotograf çekmek yaygın bir şey degildi gibi geliyor bana. Dolayısıyla edindiğimiz bir fotograf makinasıyla şakır şukur fotoğraf çekmek biraz “medeni cesaret” isteyen bir şeydi. En azından o zamanlar bana öyle geliyordu.


Neyse utana sıkıla çekmiştim fotografları. Ve onları fotografçıya verip slayt olarak bastırdık. Bugün nerdedir onlar bilmiyorum. Tarihi eser oldu artık onlar.


Bursa'da Koza Han ıı. Beyazid’in İstanbul’daki eserlerine bir vakıf olarak inşa edilmiştir. Yapım tarihi 1491 olan Koza Han’ın mimarı, Abdül ula bin Pulat Şah’tır. Ulu Cami ile Orhan Cami arasında bulunmaktadır. Evliya Çelebi’nin 1640 yılında burayı ziyaret ettiği ve eserlerinde Acem hanı olarak zikrettiği hanın, bu han olduğu sanılmaktadır. Eski eserlede Koza Han’ın ismi “Yeni Koza Han, Beylik Hân-ı Cedîd-i Âmire, Hân-ı Cedid-i Evvel, Sîmkeş, Sırmakeş Beylik Kervansaray” [2]olarak geçmektedir.


Koza Hanın, ticaret için dünyanın dört bir tarafından gelen ticaret erbabının alış veriş yaptığı bir yerdi. Azerbeycandan ve İran’dan tüccarlar gelirdi. Bu nedenle gelen misafirlere konakalayacak dinlenecek ve atlarını dinlendircek mekana da sahipti. 95 odaya sahip dikdörtgen bir avludan oluşan han iki katlıdır.[3]


Hanın tam ortasında estetiği bozmayan ve göze de çok hoş gözüken küçük bir mescid vardır. Bu mescide merdivenle çıkılır. Alt katında şadırvanı vardır. in altında bir şadırvan vardır. Atları bağlamak için hanın doğu tarafında ahırların bulunduğu bir bölüm daha vardır. Eskiden dünyanın değişik yerlerinde gelen tüccarların istirahat ettikleri odalar bugün artık mağaza olarak kullanılmaktadır. Mescid hâlâ faal bir haldedir. Şadırvanda sular yine eskisi gibi akmaktadır. Avluda yükselen ağacın gölgesi kuş sesleri ve yüzünüze tatlı tatlı vuran güneş ışıltıları.. Işte bu avluda çay ve simidin tadı bir başka olur. Çay ve simit.


Görüldüğü gibi Koza Han’ın en büyük özelliklerinden birisi isminden de anlaşıldığı gibi İpekdir. Bursa denildiği zaman akla ilk gelen şeylerden birisi ipekçiliktir zaten. Hatta Bursa da bir semtin adıdır İpekçilik. Malumunuz ipek, ipek böceğinin kozasından yapılır. Işte Koza Han’da ipek böceği kozalarının satışı yapılmaktaydı. Eğer bugün Bursa bir tekstil merkezi olarak biliniyorsa şüphesiz ki bunda kozalardan üretilen ipek kumaşların etkisi büyüktür.[4] Bursada ki ipek böcekçiliğinin tarihini de bir sonraki yazıya bırakılım..

Can UĞUR
Editör


[1] http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=689633

[2] Semavi Eyice; “Koza Hanı” İA, C. 26, TDVY, Ank. 2002, s. 231

[3] Semavi Eyice; agm, s. 232

[4] http://www.kozahan.org/

Mayıs 18, 2008

Kraliçe Elizabeth'in Türkiye Seyahatinin Düşündürdükleri

Bu yazı 18 Mayıs 2008'de Zaman Gazetesi'nde yayınlanmıştır

Doç. Dr. Bülent ÖZDEMİR
Balıkesir Üniversitesi Öğretim Üyesi


Geçtiğimiz hafta İngiltere Kraliçesi Elizabeth'in 37 yıl sonra Türkiye'yi ikinci defa ziyareti gündemi fazlasıyla meşgul etti. İletişim çağında olmamız, ziyareti bütün detaylarıyla gözlerimizin önüne serdi.
Televizyonlardan ve gazetelerden yapılan yayınlar sayesinde sadece Kraliçe'nin ülkemizdeki faaliyetlerini takip etmedik, aynı zamanda köklü İngiliz kraliyet gelenekleriyle ilgili de bilgi sahibi olma fırsatı bulduk. İngilizlerin gelenekleri noktasındaki muhafazakarlıkları bilinen bir gerçek. İngiltere'de doktora yaptığım yıllarda Buckingham Sarayı'nda yapılan bir töreni izleme fırsatı bulmuştum. Siyah ve oldukça büyük kürk kalpaklar ve kırmızı üniformaları içinde Kraliyet Muhafızları'nın gösterileri, II. Abdülhamid'in emriyle Karakeçili Yörüklerinden oluşturulan ve tamamı beyaz atlardan müteşekkil Ertuğrul Muhafız Alayı'nı düşünmeme neden olmuştu.
 
Kraliçe Elizabeth'in Türkiye'ye yaptığı ziyaret ve çantasının hangi elinde olduğunun ne anlama geldiğine kadar detaylandırılan haberler yine bana bundan tam 141 yıl önce Sultan Abdülaziz'in 46 gün süren Avrupa seyahatini hatırlattı. Bu seyahat, bir Osmanlı padişahının yabancı bir ülkeye yaptığı ilk ziyaret olmasının yanı sıra 1950 yılına kadar da ne bir başka Osmanlı padişahı ne de Türkiye Cumhuriyeti devlet başkanı yabancı bir devleti ziyaret etmiştir.
 
Sultan Abdülaziz, 1867 yılında Fransa İmparatoru III. Napolyon ve İngiltere Kraliçesi Victoria'nın davetleri üzerine Fransa'da açılacak olan uluslararası bir fuara katılmayı vesile ederek Avrupa seyahatine çıkmıştır. Bazı devlet adamları ve şehzadelerden oluşan maiyeti ile birlikte İstanbul'dan ayrılan Abdülaziz'in rotası Fransa'nın Toulon şehriydi. Sultaniye yatıyla seyahat eden Sultan'a birkaç Osmanlı zırhlısı refakat ediyordu. Kortejin Fransa'ya kadar olan yolculuğunda Fransa'nın Akdeniz filosu ve İtalyan donanması da eskortluk yaptı. Lyon şehrine kadar trenle seyahat eden Abdülaziz, Lyon garında III. Napolyon tarafından karşılandı. Yol boyunca ve Paris'te halk tarafından büyük sevgi gösterileri ile karşılanan Sultan'a, bugün Fransa cumhurbaşkanlarının ikametgahı olan Elysee Sarayı tahsis edildi.

Paris'te toplanan kalabalık yaklaşık 500.000 kişiydi ve 1855'te Kraliçe Victoria'nın Paris'i ziyaretinden sonra görülen en büyük kalabalıktı. Daha önce Paris'e gelen Rus Çarı ve Prusya Kralı'na halk tarafından bu şekilde ilgi gösterilmemişti. Sultan, Paris'te bulunduğu süre içinde o sırada orada bulunan Rus Çarı II. Alexander ile de görüştü. Fransa İmparatoru III. Napolyon tarafından kendisine Fransa'nın en büyük nişanı olarak bilinen Legion d'Honneur takıldı. Paris'te on gün kalan Sultan, İngiliz donanmasının refakatinde Manş Denizi'ni geçerek İngiltere'nin Dover limanında karaya çıktı ve burada Galler Prensi VII. Edward tarafından karşılandı. Londra'ya kadar halkın sevgi gösterileri arasında geldi ve ikametgahına şimdi kraliyet ailesinin kullandığı Buckingham Sarayı tahsis edildi. O sırada 48 yaşında olan ve 30 yıldır İngiltere tahtında oturan Kraliçe Victoria ile görüştü. Kraliçe, ikametgahı olarak Windsor Sarayı'nı kullanmaktaydı. On bir gün kaldığı İngiltere'de balolar, sergiler, resmi davetler, tiyatrolar gibi pek çok etkinliğe katıldı. Denizciliğe ve gemilere olan merakı bilinen Sultan, Portsmouth tersanesini ziyaret etti ve İngiliz donanmasının tatbikatını izledi. Bu tatbikat, o zamana kadar İngiltere'de yapılan en büyük gösteriydi.
Abdülaziz daha sonra İngiltere'den ayrılarak Belçika'ya geçmiş ve Brüksel'de çok kısa bir süre Belçika Kralı II. Leopold ile görüştükten sonra Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na doğru yoluna devam etmiştir. Sultan Abdülaziz, Paris'teyken Prusya'nın Paris büyükelçisi tarafından Kral adına Berlin'e davet edilmiş ancak bu davet nazikçe kabul edilmemişti. Fransa, İngiltere, Rusya ve Avusturya-Macaristan hükümdarlarıyla görüşen Abdülaziz'in o sırada Alman siyasal birliğini kurmak için uğraşan Prusya Kralı ile görüşmemesini önemli bir prestij kaybı olarak gören Prens von Bismarck, bu fırsatı kaçırmak istemiyordu. Sonuçta Prusya Kralı Wilhelm ve Kraliçe, Berlin'den hareket ederek 460 km'lik yolu kat edip Padişah'ın geçeceği güzergah üzerinde olan Koblenz şehrine geldiler. Prusya Kralı, burada Sultan Abdülaziz'e ordusunu teftiş ettirdi ve birlikte Prusya ordusunun tatbikatını izlediler. Sultan da Prusya Kralı'na Nişan-ı Osmanî madalyası ve mücevherler hediye etti. Prusya'nın en büyük madalyası olan Black Eagle (Kara Kartal) burada Sultan Abdülaziz'e takdim edildi.
28 Temmuz'da Viyana'ya ulaşan Abdülaziz, garda Avusturya İmparatoru Franz Joseph tarafından karşılandı. İmparator, mareşal üniforması giyiyordu ve Nişan-ı Osmanî madalyası takmıştı. Bando Osmanlı marşları çalıyor ve gar alkışlarla çınlıyordu. Abdülaziz, Schönbrunn Sarayı'nda daha önce Napolyon Bonapart'ın kaldığı dairede konuk edildi. Üç gün kadar Viyana'da kaldıktan sonra yatla Tuna Nehri üzerinden Budapeşte'ye geldi. Gerek Viyana'da gerekse Budapeşte'de halkın meraklı bakışları ve sevgi gösterileri ile karşılandı.

Bu seyahat sırasında 19. yüzyılda Avrupa'nın "hasta adam"ı olarak nitelendirilen Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki prestiji ve güçler dengesindeki rolü ortaya çıkmıştı. Ziyaretler sırasında İngiltere ile Fransa arasında Abdülaziz'i etkilemeye yönelik bir rekabetin olduğu çok açıktı. İngilizler Paris'in güzelliğine karşı ne kadar kuvvetli bir donanmaya ve zengin bir ekonomiye sahip olduklarını göstermeye çalışmışlardı. Sultan Abdülaziz, büyük bir devletin ve kahraman bir halkın padişahı olarak layıkı veçhile ağırlanmış ve onurlandırılmıştı.